15 TEMMUZ
Aslında bu hafta 15 Temmuz haftasıdır. Henüz oturmuş bir ismi olmamakla beraber çoğunluk olarak özgürlük haftası olarak değerlendirilmektedir. Doğrudur da! Tam 251 insanımız özgürlük adına canını vermiştir. Rahmetle anıyorum hepsini. Üzerinden 3 yıl geçmiş olmasına karşın hala dün gece gibi Boğaziçi Köprüsü ve TBMM indeki görüntüler gözümün önünde duruyor. Bu konu ile ilgili yazıp eski kötü günleri dile getirmeyi de pek düşünmüyordum. Hafta içinde konu ile ilgili iki ayrı gelişme kalemin bu noktada tutulmasına neden olmuştur.
15 Temmuz’a nasıl gelinmiştir?
Yıllar önce Ergenekon, Balyoz, Sarıkız vs. davaları ile kaçak savcı Zekeriya Öz’e alkışlar tutulurken, hiç suçu olmayan insanların cezaevi köşelerinde can çekişmeleri büyük bir zevkle izleniyordu. TSK leri yazılan senaryolarla çökertilirken birileri ellerini ovuşturarak, bıyık altı gülüşler atıp, zevkten dört köşe oluyor, haksızlığa uğrayanlar hazmedemedikleri suçlamalar nedeniyle intihara kalkışıyordu.
Ne istedilerse alıyorlardı. Ankara’nın parsel parsel verildiğini ben değil, ülke bağırsaklarını temizliyor diyebilen ülkenin en üst düzey 2. Kişisi ifade ediyordu. Anayasa değişikliği ile yargının bunlara teslim ediliyor olduğunu, evet oyu vermenin sakıncalarını bendeniz garip İstanbul’dan beri gelip Aybastı’da, Gölköy’de anlatmaya çalışırken, bu anayasa ile ülke uçacak naraları atılıp, onay alınmaya çalışılıyordu. Anayasa değişikliğinden sonra; TSK gibi yargı da tamamen teslim oldu. Bu ardı arkası kesilmeyen ödünler, yani ne isterlerse almış olmalarının şımarıklığı ve verdiği cesaretin sonucu maalesef kötü günlerin gelmesinde etken olmuştur.
Şimdi bütün bunların mecliste anlatılması sıra kapaklarına vurularak protesto edilmektedir. Öte yandan Atatürk Hava Alanında uçaktan inip, daha başka yerlere gidemediği için Bakırköy Belediye Başkanının evine sığınıp canını zor kurtaran ana muhalefet genel başkanına fatura edilmeye çalışılmaktadır. İnsaf ya! Hakikaten el insaf!