BU YOL, YOL DEĞİL...
Kapalı toplumlar tartışmayı sevmezler.
Bir konuyu masaya yatırıp enine boyuna görüşmeyi bilmezler.
Bir kere “düşünmeyi” öğrenememişlerdir.
Tam da bu yüzden...
Düşündüğünü zannettikleri kişi ya da oluşumlara önşartsız teslim olabilirler.
Teslim olduklarına da fanatik boyutunda hayranlık beslerler.
Onların söyledikleri, sorgulanmadan veya analiz edilmeden beyin süzgecinden çok rahatlıkla geçip gidebilir.
Sosyal, kurumsal, coğrafi, etnik, siyasi, dini, sportif ya da kültürel aidiyetler elde edince gerisi çok da önemli değildir.
Her nedense bulunduğu yerden memnundur.
Çünkü herhangi bir aidiyet, onun için bir limandır ve hatta kurtuluştur.
Oysa unuttuğu çok önemli bir husus vardır.
“Birey” olamadığı sürece, sözkonusu aidiyetlerin kendisine hiç bir faydası olmayacaktır.
İşin daha da vahimi, birey olmak onun gündeminde dahi yoktur.
O yüzdendir ki; yanlışın, yanlış olduğunu görse bile “yanlış” diyemeyecektir.
Birbiriyle aynı düşünen insanlardan oluşan toplumların sürekli gerilediğini bilse, belki işler değişebilir.
Ancak yılların yoğurduğu ve alıştırdığı kişiliği ne yazık ki; buna elverişli değildir.
En bariz çelişkisi de şudur:
Tuttuğu takımın maçı için yer aldığı tribünde ağız dolusu küfürler savururken, kaderini etkileyen sorunlar karşısında sus-pustur.
Ya da; “Öyle programlanmıştır” desek abartmış sayılmayız.
İşte; kamunun zararları ve sorunları karşısında “efendi gibi duruşu” o yüzdendir.
Çünkü; ağzını açıp kitlesinin hoşuna gitmeyecek şeyler söylediğinde “kötü insan” olacağına inandırılmıştır.
“Kötü insan...”
Kimdir ve nedir kötü insan?!
Katılır mısınız bilmem...
Sorunlarını tartışabilen toplumların aşamayacağı engel yoktur.
Bunu ancak kapalı toplumlar yapamazlar.
Çünkü tartışamazlar...
Bu nahoş durumdan ülke yönetimi de nasibini alır elbette...
Hesap sorulmayan ya da hesap vermeyen yönetim tarzı, ilk bakışta bu işi yapanlara kolaylık sağladığı görüntüsü verebilir.
Ama orta ve uzun vadede zararlı çıkacak olan, topyekun toplumun kendisidir.
Dolayısıyla; tartışan bir toplum, yönetim kadrolarının da elini rahatlatacaktır.
Öyleyse; hem dini, hem de milli dokumuzda var olan tartışma (istişare) kültüründen neden yararlanmayız?
İşin kolayı varken neden zorunu seçeriz?
İnsan üzülmeden edemiyor.
Dünyadaki ileri demokrasilere imrenip duruyoruz ama sistemin temelini oluşturan “tartışma eylemini” inat ve ısrarla sümen altında tutuyoruz.
Mantık bunun neresinde?
Ve bu durumdan kim kazançlı çıkıyor?
Hadi söyleyeyim:
Bizden başka herkes tabi...
Öyleyse eğip bükmeden söylemek gerekir: Bu yol, yol değil...
Elbette dağ gibi sorunların biriktiği kapalı bir toplumda, “tartışma” adabını ve kültürünü bu günden yarına tesis etmek hiç de kolay değil...
Nasıl olsun ki?
Zira “tartışma” ve “kavga” kavramını henüz birbirinden ayıramayan geniş bir kitleye sahibiz...
Takdir edersiniz ki; bu da övünülecek bir tablo değil...
Yolumuz uzun, engebeli ve de çetrefillidir.