HAYAT VE ARAYIŞLAR
Hayat hangi kapıdan girilip, nereden çıkılacağı bilinmeyen bir labirent gibi sarmalarken günlerimizi, ya hep çok geç ya da erken gelir dönemeçler. Köşeyi dönerken savuran rüzgar, yolun ortasında bırakır sizi birbaşına.
Yapılacaklar ve aranacaklar listesi arasında gidip gelirken, kaçırdıklarımız daha fazladır yaşadıklarımızdan. Ya da neyin öncelikli olduğunu ve neyin daha fazla tat bıraktığı gerçeğini, görmezden geliriz. Düşünürken, izlerken ve çabalarken, asıl gerçek olanı es geçeriz. Karşımızda duran ve hep duracağını sandığımız varlıkların ardı sıra bakakalırken ne pişmanlık ne gözyaşı keşkeleri silemez var olma sebebimizden.
Hangi hengamenin içinde kaldığımızın farkına varmadan, kendimize yaptığımız büyük yatırımların uzun soluklu sonuçlarını bekler buluyoruz benliğimizi. Gittiğimiz yolun sonunda, yalnızlığın beklediği bir ara sokak bulduğumuzda, daha da uzaklaşıyoruz kendimizden ve sevdiklerimizden. Her yalnızlık, daha büyük başarıların altına atılmış imzalarda, unuttuğumuz bir yönümüzü çıkarıyor ortaya. Karmakarışık olan duygularımızın arayışı, dokunmaktan çok düşünmeye, hissetmekten çok soyut olanın varlığına yönlendiriyor bizi.
Zor ve uzak olanlar, küçük ve kolay yanlarımızı gölgeliyor. Basit bir gülüşün silemediği, ya da anlık bir dokunuşun bitiremediği bir kırgınlık yokken, gitgide daha çok uzaklaşan yanlarımızla daha büyük kırgınlıklar biriktirir buluyoruz kendimizi.
Çocukluğumuzun basit ama katıksız duygularını, gitgide daha hesaplı sorgulamalarla yokettiğimizin ve asıl yorgunluğumuzun, gönlümüzde bir yere hapsettiğimiz ufacık çocuğun, kaçmak için çabalayan çırpınışları olduğunun geç farkına varıyoruz.
Daha çok olgunlaştıkça, daha yapay; daha çok öğrendikçe, daha az şey bilen yanlarımızı, bir türlü törpüleyemiyoruz. Tezatlığın nerde başladığını ve nerede sonlanacağını, kestiremez oluyoruz. Bedenimiz yıllara direnirken, duygularımız, kendine direnmenin yalnızlığında, çabuk solan akşam gülleri gibi renksiz ve kokusuz kalıyor. Işığa koşan kelebeklerin sonunu bilen, fakat bunu bilmezden gelen tüm kelebekler gibi, daha hızlı koştukça, daha çok eskiyen hayatlarımızı, bir türlü arayıştan kurtaramıyoruz. Aradığımızın yanıbaşımızda, sesimizin ve elimizin, küçük bir dokunuşuna hasret varlıklarla tamamlanacağını anlayamayan bir inatla, çabalıyoruz daha uzak ve daha zor olanı bulmayı.
Oyşa yaşam, hiçbir arayışın silemeyeceği kadar yakın ve basit anların, içten gülüşlerin ve sesli kahkahaların hesapsız, kitapsız anlarında bir dokunuşa gizlenen, küçük çocuk gözlerinden ibaret değil midir aslında?